Sayfalar

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Yas

Soma'da hayatını yitirmiş madencilerimize Allahtan rahmet,
ailelerine sabır diliyorum tüm kalbimle...

Dün yine nicedir yazmadığım blogun başına neşeli bir şeyler yazmak için oturmuştum. Üç iş arası bir satır yazmaya çalışırken, daha yazı bitmeden Soma haberi düştü yüreğin tam orta yerine.

Artık sosyal medya takip edemiyorum, haberleri hiç bir şekilde izleyemiyorum. Utanç doluyor içim, bu ülkenin vatandaşı olmaktan, insanlıktan utanıyorum. Kalbimi karartmalarını,  nefretle doldurmalarını istemiyorum.

Herhangi bir konuda hak aramak, adalet istemek "teröristlik", "çapulculuk"; bu vatanın evlatlarının göz göre göre, bile bile ölümüne isyan "ölü sevicilik" olmuş artık bu ülkede. Ne de sevdiler ki bu lanet kelimeyi her durumda şehvetle kullanır oldular.

Gerçeği bulandır bulandırabildiğin kadar, kavramları evir çevir kendine göre, sorumluluğu yükle yükleyebildiğinin üzerine. Sonra sıyrıl git aradan. Bu kadar basit günümüz ülke denklemi.

Gelen giden fark etmiyor. Ne ocaklar söndü ama neyin hesabı soruldu ki bu ülkede? İş kazası mı dediniz? Haşaa, bu ülkede iş kazası olmaz. Hem kaderinden kaçabilir mi insan? Göçükte kaç işçisinin çalıştığının rakamını bile veremeyen şirket nasılsa güvenilir bir şirkettir. Her türlü önlemi (!) almıştır ama nasılsa olmuştur. Madencinin de kaderidir zaten madende ölmek. İyi de madem öyle Almanya'da neden ölmüyor madenciler? Bize mi kastı bu kaderin?

O şirketin kapısına kilit vurulmalı. En ağır cezalar verilmeli. İbreti alem olmalı ki bir daha hiç biri böyle bir şeye yeltenemesin. Başka insanlar ölmesin diye istenen de budur, adil olan da. Lakin bunu istemek, haykırmak nasıl da "ölü sevicilik",  "hükümet karşıtlığı" ya da "teröristlik" olarak eğilip bükülüyor ki insan olanın içi hiç bir şekilde almıyor.

Ne var ki her yanımız cehalet ve kibirle örülü. En kötüsü de her geçen gün çoğalan, cehaletinden utanan değil gururlanan insanlarla yaşıyor olma cezası.

O kadar cahiliz ki ölsek keşke hepimiz :((


23 Nisan 2014 Çarşamba

Mutluluk



Bir çocuğun mutlu olabilmesi için ne pahalı hediyelere ne de süper havalı oyuncaklara ihtiyacı vardır.

Sevildiğini bilmesi, birlikte oynanan bir kaç oyun, hatta posta kutusundan çıkan bir kartpostal yeterlidir bir çocuğu mutlu etmeye.

Resmim kötüdür, mutluluğun resmini çizemedim; fotoğrafını çekip kolajladım.


Tüm çocukların ve içindeki çocuğu her daim koruyup saklayanların bayramı kutlu, çocuklar hep ama hep mutlu olsun.


Bi de zıpçıktı not: Sahi siz en son ne zaman mektup yazdınız ya da bir kartpostal yazıp gönderdiniz sevdiğiniz birine? Ya da en son ne zaman aldınız el yazısıyla yazılmış bir mektup? SMS, e-posta filan değil hani bildiğin zarflı, pullu, el yazısıyla yazılmış olandan.


2 Nisan 2014 Çarşamba

Mavi

Bazen sen de böyle hissetmiyor musun kendini?

Hem farklı hem de mavi...

Kabul çiçek mor, belki eflatun.

Yine de engel mi mavi hissetmeye ?

16 Mart 2014 Pazar

Sahi o kadınlar o gece nasıl uyudu?

Türkçe’de sevmediğim tabirlerin başında açık ara ile “evlat acısı gibi koydu” yer alır. Tabiri de sevmem, kullananı da. Hele hele bu lafı diyen, diyebilen kişi bir ebeveyn ise o kişi ile ilgili iyi bir şey bile düşünemem bir daha. Dünyada para pul ile alınabilecek herhangi bir şeyi “evlat acısıyla” kıyaslayabilmek nasıl bir zihnin ürünüdür aklım havsalam almaz. Hatta bu dünyada evlat acısı ile kıyaslanabilecek başka bir şey de yoktur bana göre.
 
Evet ölüm hepimize yazılmış, kaçışı yok; lakin binbir emek büyüttüğün can parçanı, evladını toprağa koymak, onu bir daha hiç göremeyecek, öpüp koklayamayacak olmak... Böyle bir acıyı hangi teraziye koyup, neyle tartabilir ki bir insan.

Yüreği kinle kapkara olmuş, kurumuş bir adam yavrusunun daha toprağı bile kurumamış bir anayı yuhalattı bu ülkede dün. Başka bir ülkenin meydanlarında ölmüş bir geç kızı kendine siyasi malzeme yapan zat, kendi ülkesinde fitilini kendi yaktığı olayların sonucunda hayatını kaybeden küçücük bir çocuğu terörist ilan etti. Daha pek çok kötü şey söyledi ama gözlerim doluyor, böğürerek ağlamak istiyorum aklıma geldikçe, yazamıyorum.
 
Onun dediklerine, söylediklerine, yalanına dolanına, hırsına, öfkesine, kinine, hepsine alışmış, yalama olmuştuk, artık hiç bir şeyine şaşırmıyorduk da o yuhalayanlar arasındaki kadınları görmekti en çok yüreğimi yaralayan. Hani can veren, çocuk doğuran, halden en çok anlaması gereken kadınlar.
 
Dokuz ana baba dokuz evladını verdi toprağa. Bir baba karısını da yitirdi peşi sıra. O insanların çocukları öldü ötesi var mı? Bir ailenin acısının diğerinden fazlası eksiği, bir evladın canı diğerinden önemli olabilir mi?
 
Kimilerine göre varmış ki yuhalattılar, eşlik edip yuhaladılar. Aynı sudan içmiştik ya sözde, ölümde bile böldüler, ötekileştirdiler bizi.
 
Bu ruh halini, bu öfkeyi, bu kini, bu nefreti anlamak istiyorum. Olmuyor, yapamıyorum. O insanlarla aynı havayı solumak içimi acıtıyor. Biri “ben o bilyeleri oraya niye koydular anlayamıyorum” diye kan kusarken Berkin’in acılı babasının “o bilyeleri mezarına oynasın diye koyduk” deyişi uykularımı kaçırıyor. Bu kadar kötülüğü, bu kadar vicdansızlığı, bu kadar adaletsizliği kaldıramıyorum.
 
Sahi o kadınlar, o gece başlarını yastığa koyup nasıl uyudu?

 

12 Mart 2014 Çarşamba

Çocuk sen ekmek almaya gitmiştin


Uyandım, güneş gitmişti. Günlerdir yirmi derecelere çıkarak mart ayında yüzümüze pembeler salan güneş yerini karanlık bir Almanya sabahına bırakmıştı.

Uyandım, Berkin gitmişti. 269 gündür direnen çocuk bedeni küçüldükçe küçülmüş bu yükü daha fazla taşıyamamıştı.

Hani bahar gelmişti, baharda çiçekler açardı, umut yeşerirdi, uyanırdı belki Berkin. Güzel olurdu her şey.

Sabah karanlıktı, hava soğuktu, Berkin yoktu, bahar gitmiş gün başlamadan bitmişti. Daha da kötüydü her şey.

***

Çocuk sen ekmek almaya gitmiştin. Vurdular, derin uykulara yatırdılar. Vuranı sakladılar, vurduranı aklayıp pakladılar. Ailenin acısını paylaşmayı bile çok gördüler.

Mantıklı, tutarlı hiç bir yanı olmayan kurmaca bir hikayeye "Kadının beyanı esastır" diyerek sarılanlar "annenin beyanını" kolayca görmezden geldiler. “Aneyyy, senin ayağın sakat , bir olay olursa koşamazsın, kaçamazsın, ben gideyim, hem sokakta arkadaş bulursam kahvaltıya getirebilir miyim?*” diyen sana dair türlü türlü hikayeler yazıp, kendi yazdıklarına inandılar. Kör kuyular kadar karanlık kalpleriyle gözünü kapadığın gün bile ailenin acısına acı kattılar.

***

Gencecik canları alanlar, tetiği çekenler, emri verenler, on dört yaşında ölmüş bir çocuğun ardından nefret saçan şeyler söyleyip yazan insansılar.. Siz ölmeyin e mi, siz hep yaşayın. Her gece rüyanızda Berkin'i görün, Ali İsmail'i görün, devlet zulmünden yitip giden diğer çocuklarımızı görün. Ne kadar yıkarsanız yıkayın çıkmayan kan içinde ellerle başlayın her yeni güne. Siz ölmeyin, her gün ölmek isteyip de ölemeyin e mi...

Ve Berkin... Umarım gittiğin yer güzeldir. Buralar öyle kötü ki...

26 Şubat 2014 Çarşamba

Hemşerim memleket nere


Bugün Türkiye vizesi almak isteyen Suriyeli bir arkadaşıma yardımcı olmak için onunla birlikte Türk Konsolosluğuna gittim. Vize işlemleri 14.00'de başlıyordu ve biz on beş dakika kadar önce Konsolosluğun önündeydik. Kapı henüz açılmamıştı ve o sırada bir adam zile basıp içeridekilere kendini tanıttıktan sonra açılan kapıdan içeri girdi. Adama saat ikiden önce açılmaz mı kapı acaba diye sormuştum ki cevap boş boş bana bakan adamdan değil kapıdaki diyafondan geldi. Ses, bize saat ikide gelmemizi söyledi.

Kapının sözünü dinledik ama bekleyecek de yer yok. On beş dakika kapıda dikilmeyelim bir yerlerde çay, kahve bir şeyler içelim dedik, yola koyulduk. Upuzun bir cadde, yol boyunca sıra sıra evler. Lakin geçtim bir kafeyi, lokantayı etrafta ne bir market ne de bir bakkal var. Bir yerde yürüdüğümüz yol bitti, küstük kadere döndük geri. Konsolosluğa geri geldiğimizde hala altı dakika vardı. Biz birbirinin dilini bilmeyen bir Suriyeli, bir Türk Tarzancadan hallice Almancalarımızla kapıda cak cak konuşurken iki erkek geldi. Biri turnikeli girişin açık olup olmadığına baktı ve açık olduğunu görünce hadi deneyelim şansımızı diyerek içeri girdiler. Tabii ben de durur muyum arkalarından "içeriye alıyorlar mı" diye seslenmiştim ki cevap yine diafondan geldi: "Hadi hadi siz de gelin içeri, gariban gariban durmayın orda".

İşte o an iklim değişti Türkiye oldu. Yurdumun güzide insanı bir Alman'ın asla yapmayacağını yaptı ve şefkatle kucakladığı biz garibanları tamı tamına beş dakika önce içeri aldı. Görevli, güvenlikten geçtikten sonra "kızlar Türkçe konuşuyo musunuz ya da hanginiz konuşuyodu?" gibi bir şey sormayı ihmal etmedi. Halbuki girerken soru da sormuştum kendisine. "Ben Türküm ama arkadaşım Suriyeli" deyince "bak bu olmadı işte, biz arkadaşını Türk, seni yabancı sandıydık ama tutturamadık" dediğindeyse benim arka fonda artık uzun hava çalmaya başladı. Biz kapıda dikilirken meğer bunlar içeride memleket loto oynuyorlarmış. Cevaba yine tam inanamamış olsa gerek bu sefer meşhur memleket nere sorusu geldi. Uzun hava uzamaya devam etti tabii bu arada.

Vize işlemi için sıramız geldiğinde Alman görünümlü bir Türk teyzeye denk geldik. Ben Türkçe konuşmaya başlayınca “Türkçe konuşan o değil miydi, sen miydin?” dedi o da. Sorarken öyle ciddiydi ki bir an ben bile kendimden şüphelenmeye başladım. Yoksa ben kendimi kırk yıldır Türk bilirken aslında başka bişiy miydim? Sazlar sustu, uzun hava durdu. Modern Talking Cherry Cherry Lady tıngırdamaya başladı. Bu şaşkınlıkla Almanca konuşmam gereken arkadaşa sormam gereken bir soruyu da Türkçe sordum. Tamam yanımdaki kara kaşlı, kara gözlü, başı örtülü, pek bi güzel Kürt kızının Türk zannedilmesi normaldi  belki de kendi Konsolosluğumda bu kadar yabancı muamelesi azıcık hislendirdi. 

Tepedeki fotoğrafın ne alaka olduğuna gelince: bu tabelayı Konsolosluğun yakınlarında bir yerde gördüm. "5-10 dakikalık uzaklıktayım, telefon açtığınızda hemen gelirim" demiş yurdum girişimcisi. Tuvalete bile nerdeyse Terminle giden bir Alman bunu mümkünü yok anlayamaz öyle diyim. Ha Türkçe bilen biri Türk Konsolosluğunda Almanca tercümana niye ihtiyaç duyar kısmını pek anlayamadım ama vardır mutlaka bir nedeni.



16 Şubat 2014 Pazar

Tek bir gün yeter miydi değiştirmeye?


Tyler seni severim bilirsin. Özünde iyi bir insansın bilirim. Zalım tüketim toplumuna karşı adamın dibisin. Hakkını her daim teslim ederim. Lakin bu defa meramım başka ve o yüzden Şaşkın'ın geleneksel Sevgililer Günü dileği yok bu sene.

"Toplumsal histerinin dibine vurmuşuz, ne sevgilisi, ne günü? Hem senin gibi zero romantiğin Sevgililer Günüyle işi ne" dediğini de duyar gibiyim sevgili okuyucu. Evet sana aşktan söz edecek son kişi, hadi son olmasa da sondan bir önceki kişi olabilirim. Merak etme o sulara girmeyeceğim.

Bu ara boşluktan mıdır, uzaktaki memleketin karamsar ruh halinin yansımasından mıdır nedir daha önce hiç kafa yormadığım bu konuya takıldım kaldım. Biz niye bu kadar sevgisiz bi toplumuz arkadaş? Ne ara birbirinden, kendinden farklı olandan bu kadar nefret eden insanlara dönüştük... Ya da daha da kötüsü aslında hep böyle miydik?

Keşke dışarıdan içi boş bir şekilde ithal edip, adını Hıncal'a kurban Sevgililer Günü diye bellediğimiz, sevgilimize en değişik, en pahalı hediyeyi alma gayretine girdiğimiz bugün yerine "sevgi"yi yücelten bir günümüz olsaydı bizim de.

Keşke çocuklarımıza gerçek anlamda sevmeyi, sevgilerini ifade etmeyi öğretebilseydik ve o gün de bunun "kutsanma günü" olsaydı.

Keşke çocuklarımıza sevgimizi onlar uyurken değil, gün boyu, ömür boyu gösterebilseydik. Bir insanı, bir canlıyı, herhangi bir şeyi koşulsuz sevmeyi, konuşmak gibi doğal bir şekilde, öğrenmesini sağlayabilseydik.

Büyüdüğünde aşık olacağı kıza nasıl davranması gerektiği ile ilgili sohbet etseydik oğlumuzla ya da gözümüzün bebeği küçük kızımızın kalbi ilk kırıldığında yaslanacağı baş olsaydık.

Ve o özel günde kalpten el işi kartlar yapsaydık çocuklarımızla, torunlarımızla birlikte sevdiklerimize. Sarılıp öpmek olsaydı en büyük hediye. Yunus'u, Mevlana'yı anıp, anlasaydık, özümseseydik o gün.

Belki daha az kadını öldürürdük, belki bizden farklı olana da kalbimizde yer açabildiğimiz için daha az nefret suçu işlerdik. Daha az nefret ederdik birbirimizden. Ali İsmail sadece fotoğraflarında gülümseyen bir suret olmaz, Berkin okulunda, Lobna hayallerinin peşinde, Kader top oynuyor olurdu.

Hani belki sürekli bağırıp, azarlayan, her fırsatta kavga eden değil gönlü herkese açık, güler yüzlü insanlar tarafından yönetilirdik.

Tek bir gün yeter miydi her şeyi değiştirmeye? Belki her şeyi değil ama kim bilir belki o zaman mutlu insanların, güzel ülkesi olurduk.

13 Ocak 2014 Pazartesi

Adı Kader, Sonu Keder...


Küçücük çocuklarla evlenen pis pedofiller, küçücük kızlarını evlendiren rezil babalar ç*k*n*z düşsün, kediler yesin e mi.

Ah be Kader, seni ve daha nicelerini koruyamayan bu devlete de baştan aşağı yazıklar olsun.

Güzel uyu çocuk sen gittiğin yerde. Buralarda çok acı var...

#ÇocukGelinDeğilPedofili, #KaderErten

11 Ocak 2014 Cumartesi

Lütfen



Üzerinde daha önce hiç düşünmemiştim. Ta ki havaalanındaki bir büfede çalışan kızın alışveriş yapan turist gençle arasında geçen diyaloğa şahit olana kadar. "Türkler asla lütfen demez" dedi kız kırık dökük İngilizce'siyle. "Fanta, Kola derler sadece" dedi kaba bir ses tonu ile tarif ederek. Aralarındaki sohbet nasıl başlamıştı tam bilmiyorum ama kız Alman gencin sipariş verirken "lütfen" demesinden etkilenmişti belli ki. Bir sonraki müşteri de turistti ve siparişini İngilizce olarak verirken o da "please" demeyi ihmal etmedi. Sıradaki ilk Türk müşteriyi bekleyebilseydim eğer, kızın anlattığına benzer bir sahne gerçekleşecekti çok büyük ihtimal. Ben ne mi yaptım? Tüm bu konuşmaya şahit olduktan sonra ne yaptığımın önemi yok aslında.

Ne yaptığımdan çok ne hissettiğimdi önemli olan. Biraz, hatta birazdan da fazla utandım. Düşündüm ama Türkçe konuşurken, otomatiğe bağlı günlük konuşmalarım içinde, bir şey satın alırken ne kadar kibar konuşmaya çalışsam da acaba lütfen diyor muydum ya da ne kadarında diyordum emin olamadım.

10'lu ve 20'li yaşlarımda İngilizce, otuzların başında Fransızca ve otuzlar sona ererken de Almanca öğrenmeye çalışırken öğretilen ilk şeylerden biri "lütfen" oldu hep. İlk Almanca öğretmenim sınavda rica cümlesi kurarken "bitte" demeyi kesinlikle unutmamamız gerektiğini ne çok vurgulamıştı. Buradaki öğretmenlerden biri de sınıf arkadaşlarımdan birinin sorusunu ısrarla cevaplamamıştı "bitte" demediği için.

Yabancılara Türkçe öğreten öğretmenler de Türkçe rica cümlelerini öğretirken "lütfen" demeyi vurguluyorlar mıdır acaba? "Bir su alabilir miyim lütfen?" diye öğretiyorlar mıdır Türkçe su siparişi vermeyi? Kaçımız günlük hayatta gerçekten kullanıyoruz bu kelimeyi? Yoksa "lütfen" demeyi sadece çocuklarımızdan mı bekliyoruz?

Küçük, tek bir kelime ne çok şeyi değiştirebiliyor oysa ki...



Etiketler

#100.Yıl #29Ekim (1) #ağacımadokunma (1) #AilemizinGurusu (1) #anılar (7) #ArtRecreation (1) #ayrıyazılır (1) #bavulculuk (2) #benimadam (2) #BigSis (1) #bing #ai (1) #Caillou (1) #canımbabam (1) #coronatürmort (1) #Covid19Günceleri (3) #Dark (2) #dikkateksikliğisendromu (4) #doğruyazınkardeeeşim (1) #doğumgünü (3) #GameofThrones (4) #GeorgeR.R.Martin (5) #göçebe (6) #göçmenkadınlar (1) #gurbetçilik (7) #hemşire (1) #hemşirelik (6) #Hıdırellez (2) #içindenalmanyageçenyazılar (5) #İçindenAlmanyageçenyazılar (3) #içindenciddiyetgeçenyazılar (18) #içindenfilmgeçenyazılar (2) #içindenhüzüngeçenyazılar (1) #içindenistanbulgeçenyazılar (4) #içindenizmirgeçenyazılar (7) #İçindenMatrixGeçenyazılar (14) #içindenmizahgeçenyazılar (69) #içindenmutlulukgeçenyazılar (6) #içindenromanyageçenyazılar (2) #içindenşarkısözügeçenyazılar (31) #içindenşiirgeçenyazılar (17) #ileridönüşüm (2) #kafamaneredenesersekuşağı (5) #karantinahalleri (3) #Kayu (1) #kedigünlükleri (4) #kendimenotlar (8) #kim-olduğunu-bilirsin-sen (5) #küçükbirader (2) #küçükergen (9) #küçükkankam (7) #küçükördek (20) #lakap (1) #lost (1) #Marduk (2) #mercekbulut (1) #mim (10) #mindfulness (1) #mutluluk (2) #mylittlefeltstuff (4) #özürdilerimsezenaksu (1) #RIP (11) #seçmesaçmalar (1) #sevgiligünlük (1) #sevgililergünü (2) #SeziKalkavan (1) #soneryalçınlütfenbanakızma (1) #sonhavabükücü (2) #sonsuztemizlikdöngüsü (5) #şaşkın (41) #ŞaşkınınADHDGünlüğü (7) #ŞaşkınınAÖFmaceraları (10) #ŞaşkınınBayramÇelıncı (4) #şaşkınınsevgililergünüdileği (3) #şaşkınjunior (1) #şaşkınmutfakta (6) #tatil (1) #telekom (1) #uykusuzluk (1) #ValideSultan (18) #vallahidebunlarhepmizah (1) #yapayzeka (1) ArtRecreation (1)